RSS

Kategori arşivi: ARAŞTIRMA

Suriye devrimi ve bölgedeki Şii yapı

Moritanyalı ünlü düşünür Muhammed Muhtar Şankıti’nin aşağıda yayımladığımız makalesini, özelde Suriye genelde Arap dünyasındaki değişimleri okuyamayan herkesin dikkatine sunuyoruz. Umarız ahlakları ve vicdanları harekete geçer de, onları kıt bilgilerinden ve mezhebi taassuplarından kurtarmaya yardımcı olur.

Dr. Muhammed Muhtar Şankıti* / TİMETURK

Iraklı Sosyolog Dr. Ali El-Verdi (1913-1995), Sünni-Şii sorununu, mezhebi bakış açısından uzak, tarihi analiz mantığı ile anlamaya çalışan ciddi Arap araştırmacılardan biri idi.

El-Verdi Iraklı bireyin psikolojisine ilişkin araştırmalarında dinin bazen mezhep anlayışı bağlamında nasıl da kapalı ve her türlü ahlaki yükümlülükten yoksun bir kimliğe dönüştüğünü ortaya koymuş ve Irak insanının “Dine bağlılığı çok zayıf ve dini mezheplere mensubiyeti çok kuvvetlidir. Yani Irak insanı bir yandan ateist diğer yöndenden mezhepçidir” sonucuna varmıştır. (Ali El-Verdi, Iraklı Bireyin Kişiliği, sayfa: 47). “Irak halkının dini eğilimi zayıflamış, kendilerinde sadece mezhepçilik kalmıştır. Böylece aynı anda hem ateist hem de mezhepçi oldular.  İlginç olan nokta budur.” (Ali El-Verdi, Sultanların Vaizleri, 260.sayfa).

El-Verdi’nin gözlemleri burada bize İrlandalı yazar Jonathan Swift’in (1667-1745) şu sözünü hatırlatmaktadır: “Birbirimizden nefret edecek kadar dindarlığa sahibiz. Ancak birbirimize birbirimizi sevdirmeye yetecek kadar dinimiz yok.”

El-Verdi’nin burada verdiği hükümde haksız bir genelleme söz konusu olabilir. Zayıf dindarlıkla karışmış dini radikalizm tüm Irak halkı için geçerli değil. Bu özellik, diğer halklar bir yana sadece Irak halkına has bir şey de değil. Ancak El-Verdi, derince düşünülmesi gereken bir olguya dikkat çekiyor. Bu olgu da dinlerin ve dini mezheplerin bazen herhangi ahlâkî bir anlamdan ve insani mesajdan yoksun sadece bir kimlik ve siyasi radikalizme dönüşmesidir.

Bu olgu bugün diğer Arap yöneticilerine nazaran en çok Şam yöneticilerine uymaktadır. Zira onlar dinsizlikle faşizm noktasına varan mezhepçiliği kendilerinde toplamaktadır.

Ancak Ali El-Verdi’nin –Şii bir aileden gelmektedir- görüşlerinde en dikkat çekici olan nokta Şia’yı psikolojik ve toplumsal olarak bastırılmış (patlamaya hazır) bir toplum olarak analiz etmesidir. Şia’yı her an yeniden patlaması mümkün; sönmüş bir volkana benzeten El-Verdi yıllar önce şöyle yazıyor: “Bugün Şiiler sessiz devrimcilerdir. Hükümdarlar kendilerini uyuşturmuşdur. Eskiden yöneticilere karşı savaştıkları kılıçlarını sırtlarına vurdukları zincirlere, kafalarını yaraladıkları mızraklara dönüştürdüler. Buna karşın bir gün gelip de bu zincirlerin ve mızrakların yeniden keskin bir kılıca dönüşmeyeceğini kim bilebilir? Kerbala’yı ziyaret sezonunu, oraya giden insanların çokluğundan ötürü hac mevsimine benzetmek mümkündür. Ancak Şia’nın ziyareti bazı açılardan hacdan farklılık göstermektedir. Bu ziyaret içinde atıl bir devrimin tohumunu taşıyor. Her kim Kerbela’daki ziyaretçilerin heyecanına tanıklık ederse bunun ardında gömülü bir tehlike olduğunu fark eder. Şia’nın şu anki durumunu sönmüş bir volkana benzettik. O, günlerden bir gün yanan bir volkandı ve geçen günlerle beraber söndü. Böylece ağzı ve ağzından çıkan dumanı hariç durumu sabit diğer dağlardan farksızlaştı. Sönmüş volkan görünürdeki sakinliğine karşın yine de tehlikelidir. O, içinde yanan ateşiyle ağzı kapalı dağlardan ayrılmaktadır. Bu ateşin tekrar ne zaman patlayacağını kimse bilmez.” (El-Verdi, Sultanların Vaizleri, sayfa 255)

El-Verdi’nin uzun yıllar önce bahsettiği sönmüş Şii volkanının gürültülü bir şekilde patladığı ve lavlarını uzak noktalara fırlattığı açıktır. İran’da 1979 yılında görülen İslam devrimi ve Irak’ta 2003 yılında Amerikan işgalinden sonra Irak’ta görülen kanlı mezhebi patlama, El-Verdi’nin isabetli görüşlerinin gerçekleşmesinden başka bir şey değildi.

Sönmüş yanardağ ağzını genişlemesine iyice açtı ve aleviyle İran’ı kapladı. Lavlarını attı ve Irak’ı yaktı. Yangını daha birçok ülkeye uzandı. Bu volkanın patlaması sadece şahın zulmü ya da Amerika’nın Irak’ı işgalinin rolü –ikisinin de tehlikesine karşın- ile açıklanamaz. Birçok halk zulüm (despotluk) ve sömürgecilikten çekti. Ancak hiçbirinin sonucu bu mizaç ve ruhta bir patlama olmadı. Bu nedenle durum, El-Verdi’nin bahsettiği psikolojik kapalılığı hesaba katmayı gerektirmektedir.

Suriye de sönmüş Şii volkanından nasibini aldı. Ancak bu volkan, İran modeli; gürültülü bir devrim ya da Irak modeli; bir iç savaş şeklinde olmadı. Suriye’de sessiz ve kontrollü bir şekilde; hiç gürültüsüz dağın zirvesine sızdı. Suriye’de volkanik yüzüyle Şii canlanması kendini Hama katliamlarında ve Tedmür hapishanesindeki korkunç tasfiyelerde kendini gösterdi.

Belki de volkanları İsrail’in sırtında bir kırbaca dönüşen Lübnanlı Şiiler, zaman zaman yaşanan çatışmalara rağmen, volkanının lavları şiddetli bir şekilde Arap-Müslüman toplumunun içine yönelmeyen tek istisnadır.

İran’ın seksenlerin başında Suriye ile birlikte ittifak kurması, Irak’ın da otuz yıl sonra bu ittifaka katılması ve Lübnan Şia’sının –sosyal anlamdaki yükselişi ve İsrail’e karşı direnişte önderliği ele almasıyla- canlandırılmasıyla Vali Nasr’ın “Şii Uyanışı” başlıklı kitabında davetini yaptığı Şii uyanışın halkaları tamamlanmış oldu. Aynı şekilde Bağdat ve Şam’dan geçerek Tahran’dan Beyrut’a uzanan bölgesel güçlü Şii yapının halkaları da kökleştirilmiş oldu.

Görünen o ki Arap stratejik boşluğunun söz konusu olduğu bir sırada İranlı genişlemeye dönüşen bu yapı modern Arap tarihindeki en önemli olay olan bugün yaşamakta olduğumuz Arap devrimleri baharına karşı iyi bir tavır sergileyemedi. Birçok yorumcu ve yazar –aralarında benim gibi mezhepçilikten nefret edenler de bulunuyor-, bölgesel Şii yapısını oluşturan tarafların bugün Suriye halkına karşı zulmünde Esad rejiminin yanında durmasından ötürü şaşkınlığa düştü.

İran kibir ve inatçılıkla Esad rejmini ‘terkedilemez’ bir müttefik olarak kabul edip onun yanında durdu. İranlı liderlerin Esad’ın ölüm makinesinin biçtiği Suriyeli gençlerin manzarası karşısında göz kapakları dahi kıpırdamadı, kalpleri yumuşamadı. Garip olan ise Batı’nın kendini bu kirli rolü oynamaktan utanmaya zorlayıp kaçtığı bir vakitte İran’ın diktatörü korumada sömürgeci Batı’nın rolünü oynamaya çalışmasıdır.

Bunun, İranlı yöneticilerin bugün bölgenin yöneldiği tarihi yolu kavramadaki yetersizliklerinin ve düşmanların dört bir yandan taşladığı yükselen devletlerine getireceği sonuçları bilmemelerinin delili olduğunda şüphe yoktur.

Hasan Nasrullah, Şam’daki kanlı rejimin bir sözcüsüne dönüştü. Arap gençlerinin ilham kaynağı iken zulmün koruyucuları ve savunucuları arasında şaşkın bir yüze dönüştü. Medyaya çıkışları da yakın geçmişe kadar karanlık aşağılama denizinde bir umut ışığı iken zulme gerekçe gösterme, katletmeyi yasallaştırma vesilesi oldu. İran’ın durumu gibi Hizbullah da Suriye’deki katillerin yanında durarak tehlikeye atıldı. Esad rejimi ile taktiksel menfaatini daha büyük stratejik çıkar olan devrimlerin sağladığı Arap ve Suriyeli halk derinliği ile birleşip kenetlenmeye tercih etti.

Irak’taki Şii güçlerin konumu ise Mukteda es-Sadr’ın, Esad’ın kanlı rejimini temize çıkarıp Suriyeli devrimcileri mezhepçilikle suçlayan arsızlığı ile Nuri Maliki’nin; Irak iç siyasetindeki dengeleri gözeterek aldığı kurnaz tavır arasında kaldı.

Maliki, mezhebi bir kazanç olarak gördüğü şey; Nusayrilerin Suriye’yi yönetmesi tehlikeye girince Suriyeli yöneticilerle tüm çatışmasını, kendilerini Irak direnişini desteklemekle suçladığını hatırlamazdan geldi. Maliki son dönemde Suriye konusunda belirsiz stratejik bir yaklaşım ortaya koydu. Bir yandan Irak dâhilinde ve Arap Birliği’nde Suriye’deki iç barışın önemini vurgulayan ince ifadeler kullanarak nezaket gösterisi yaparken diğer yandan da elindeki tüm imkânlarla hasta Esad yönetimini kurtarmak için uğraşıyor.

Sünniler ve Şiilerin, Araplarla İranlıların arasını açan zorbalıktır (despotluktur). Bu zorbalık bazen fıkhî bir sarığın altına gizlendiği gibi bazen de karşımıza askeri kask giyebilir. Ancak neticede çirkin yüzüyle o yine de zorbalıktır. İki tarafı özgürlük ve farklı olma hakkını kabul etmek dışında bir şey bir araya getiremez. Elleri halkının kanıyla boyanmış Esad’a, Nusayri halklarıyla bir iç savaşa sürüklemek ya da isim ve bencil çıkar dışında bir mensubiyeti söz konusu olmayan bölgesel mezhebi bir ittifakı kalkan edinmek fayda vermeyecek.

Bölgesel Şii yapının Şam’daki kan emicilerin arkasında durmasına münasip cevap da Sünni bölgesel saf oluşturma karşılığı olmayacak. Gerçek cevap, Suriyeli devrimcilerin verdiği; mezhepçilik mantığının bir kenara bırakılması, bedeli ne olursa olsun herkes için özgürlük ve adaletin tasarlanması cevabıdır. Zalimin ya da ona karşı çıkanların mezhebi önemli değil. Önemli olan zalimi yakalayıp adalet ve doğruluğa zorlamaktır.

Şam ülkesi güzel tarihi ve halkı ile ebedi çekim merkezi olabilirdi. Ancak önce Perslerle Yunanlar, sonra Perslerle Romalıların sonra Araplarla Romalıların sonra Türklerle Frankların sonra Türklerle Romalıların sonra da Fransızlarla İngilizlerin çatışma alanı oldu. Ayrıca daha önce olduğu gibi bugün de mezhebi çekişmelerle dini zenginlik ve yoğun kültürün de yurdudur.

Ancak şu anki Arap Baharı, Şiilerin adaletsizliğin esaretinden kurtuluşunun sağlanmasını, zulümden korkmadan ümmetin bedenine yeniden karışmaya uzanan belleği, düşünsel ve fıkhî hususiyetlerden taviz vermemeyi de içine alan; herkes için bir özgürlük alanının doğumu ile; öz ve diğerleri ile uzlaşma adına elde edilen tarihi bir fırsattır.

Ancak bölgesel Şii güçlerin Suriye devrimine karşı aldıkları konumlar bu tarihi fırsatı bir seraba dönüştürmek üzeredir. Öyle ki tarihi mazlumiyet bayrağı taşıyıcısı bir zalime veya zulüm destekçisine dönüştü. İran, Irak ve Lübnan’daki Şii liderler, Arap devrimlerinin kronik mezhepçilik yarasını iyileştirme ve kimsenin kimseye minnet duymadığı, dini veya mezhepsel esaslara göre ayrımın söz konusu olmadığı geniş yurttaşlık devleti kurabilme olasılığını hafife aldı.

Tüm insanlık, uydu kanalları ve internet aracılığıyla o “Ben insanım… Hayvan değilim” diye haykırışıyla kalpleri burkan Suriyeli adamı duydu. Bu adam bizlere doksanlarda Amerika’da göğsünde, basit; ancak derin, aynı iki kelimeden “Ben insanım” oluşan pankartı taşıyan Afrikalı zenciyi hatırlattı. İşte Şii liderlerin Suriye devrimini bu insani yaklaşımla düşünüp değerlendirmeleri gerekirdi. İkili davranma, siyasi bencillik ve çifte standart ise özgürlük ağacını her gün kanlarıyla sulayan halk devrimlerine karşı konabilecek türden uygun tavırlar değildir. Bu devrimlere karşı alınacak uygun tavır, içinde çifte standart ve eğrilik içermeyen; açık ahlakî ve insani bir duruştur. Yine Sana’a’dan Humus’a, Manama’dan Batı Trablus’a kadar adalet ve özgürlük isteyen tüm halklara yardımcı bir konum alınmalıdır. Uygun olan; özgürlük ve onur için ayaklanan Arap insanın Sünni ya da Şiiliğine, Müslüman veya Hıristiyanlığına değil sadece insanlığını kabul ettirmeye çalışan insan olduğuna bakıldığı bir konumun alınmasıdır.

Arap halklar, tarihinin dizginlerini ele geçirdi. Korku duvarlarını yıktı. Sünni olsun Şii olsun, Müslüman olsun Hıristiyan olsun işgalcilerden, zorbalardan ve aşırıya gidenlerden kurtulmakta ısrarlı… Şii liderler acaba bunu ve çok geçmeden tarihin süpürülmüş dalgasına katılacaklarını idrak ediyorlar mı?  Acaba zalim, gururu yaralı, kana batmış Esad’ın kendilerini sürüklediği dipsiz çukurun tehlikelerinin önüne geçebilecekler mi?

*Moritanyalı ünlü düşünür, akademisyen ve timeturk yazarı.

 
Yorum yapın

Yazan: 25 Aralık 2011 in ARAŞTIRMA, MAKALE, SİYASET, TARİH

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Oturarak çalışanlar dikkat! | MORAL HABER VİDEO

Oturarak çalışanlar dikkat! | MORAL HABER VİDEO.

 

Etiketler: , , , , , , ,

İsrail’i tir tir titreten ihtimal

İsrail'i tir tir titreten ihtimal

Bölgemizdeki sıcak gelişmeleri, Stratejik Düşünce Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Koordinatörü Prof. Birol Akgün BUGÜN için değerlendirdi.

Arap Baharı ile yaşanan değişim küresel güç mücadelesinde yeni ittifak hatları oluşuyor. Suriye, bu ittifak hatlarının önemli aktörlerinden. Kimse kaybeden olmak istemiyor. Konya Üniversitesi Rektör Yardımcısı, Stratejik Düşünce Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Koordinatörü Prof. Dr. Birol Akgün, “Bölgede Türkiye karşısında kurulmaya çalışıyan İsrail-Güney Kıbrıs ve bazı batılı ülkelerden oluşan cepheyi dengelemek için Türkiye’nin hızla Suriye-Mısır ve Kuzey Afrika ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmesi gerekir. Buna en büyük engel de değişime direnen otoriter liderler ve geçiş süreçlerinde yaşanan iç sıkıntılar. Arap dünyasındaki değişim ne kadar hızlı olursa bölgesel anlamdaki ittifaklar da o kadar hızlı kurulur” diyor. Suriye muhalefetine, “Çoğunluğu oluşturan Sünni kesimin, azınlık olan Aleviler’in, Hristiyanlar’ın ve Kürtler’in de Suriye’nin demokratik geleceğinde aktif ve eşit biçimde temsil edileceğine ilişkin bir gelecek vizyonunu tasarlamaları gerekir” uyarısında bulunuyor.

RÖPORTAJ: Seda ŞİMŞEK (sedasimsek@bugun.com.tr)

ESED REJiMi BAHAR AYLARINDA ÇÖKEBiLiR

* Suriye bugün hangi aşamada?

Suriye’deki krizin sekizinci ayındayız ve rejim kullandığı aşırı şiddet nedeniyle bugün artık siyasi eşiği aşmış durumdadır. Derin bir meşruiyet krizi ile karşı karşıyadır. Uluslarası toplum da gerek aldığı tedbirlerle gerekse Suriye ile ilişkilerini keserek Esed rejiminin gitmesi gerektiği konusunda büyük bir uzlaşı içindedir.

* Esed’le bir anlaşma mümkün olabilir mi?

Esed’ın ikna edilme süreci geçmiştir. Bu zamana kadar kullandığı şiddetle insanlık suçu işlediği için Lahey Adalet Divanı önüne çıkmasını gerektireceğinden böyle bir duruma düşmektense savaşarak ölmeyi yeğleyecektir.

* Esed nereye kadar kan döker?

Ordunun bölünmesi durumunda iktidarı bırakma konusunda daha kolay ikna olur, ordu bütünlüğünü koruduğu sürece kan akmaya devam eder.

BİRAZ ZAMAN ALACAK AMA…

* Sizce Esed rejiminin ne kadar ömrü var?

Rusya ve İran’ın açık desteğini arkasında hissettiği sürece Esed direnmeye devam edecektir. Batının bugünlerde İran’a yönelik yeni yaptırım kararları almasının, nükleer krizi tırmandırmasının arkasında İran’ı kendi derdine düşürerek Suriye’den vazgeçmeye zorlaması yatmaktadır. Batı belli tavizlerle Rusya’yı kendi yanına çekebilir. Bütün bunlar biraz daha zaman alacaktır, muhtemelen bahar aylarına kadar bu ikna süreci devam eder, bahar aylarında Esed rejiminin çökmesi beklenebilir, mesela suikast gibi diğer gelişmeler süreci hızlandırır. Baas rejiminin günleri sayılıdır.

* Şu ana kadar Şam’da, Halep’de bir Tahrir havası yok.

Evet, Suriye’deki isyanlar hâlâ orta sınıfın desteğini sağlayamamıştır. Şam’da bir milyon insanın “Esed artık gitmelidir” diye bağırmaya başladığı an, rejimin çökeceği andır. O zaman Esed rejimi, Mübarek ve Kaddafi’nin yaptığı gibi, kendi kontrolünde bir geçişi sağlamak, halka ve uluslararası topluma zeytin dalı uzatmak adına yakın adamlarından birisini ülkenin başına geçirmeye çalışabilir, lider değişimi önerebilir, ama bu taktiğin başarılı olma şansı son derece zayıf.

*Esed 8 aydır dayanıyor, içeride sağladığı desteğin tutkalı nedir?

Aslında Esed rejimi Suriye’deki toplumun yüzde 10’unu oluşturan Nusayri klanının, aşiretinin üzerine oturmaktadır. Hristiyan gruplar ve kuzeydeki Kürt gruplar bu zamana kadar en sadık destekçileri oldu. Esed ailesinin toplumsal meşruiyetinin dayanaklarının en başında ise İsrail karşıtlığı geliyor. Arap dünyasında İsrail ile en uzlaşmaz liderlerin başında Esed gelir, bu da halk kitlelerini rejime destek vermeye zorlar. Öte yandan Şam ve Halep gibi ticaretin yoğun olduğu büyük kentlerdeki orta sınıf, sermaye sınıfı oluşturan Sünni kesim ve diğer azınlık gruplardan da destek alıyor. Esed ailesi siyaseten dışlanmış olan Sünni kesime ekonomide bir yaşam alanı açarak onların desteğini sağlamıştır. Bu ittifak bugün de büyük ölçüde korunuyor.

YAPTIRIMLAR İTTİFAKI ÇATLATABİLİR

* Bu ittifak ne zaman çatlar?

İşte yaptırımlar Esed rejimine karşı direnme konusunda tereddüt gösteren orta sınıfın dönüşüme desteğini hızlandıracaktır. Dışarıda Esed rejimine karşı oluşan konsensüs Baas liderliğinin Sünni orta sınıf ve sermaye sınıfı ile oluşturduğu ittifakı çatlatacaktır.

* Bu ittifak çatladığı zaman mı Esed gider?

Hayır, Esed rejiminin yıkılmasını geciktiren en önemli faktör Suriye ordusunun özellikle üst kademelerinin, komutanlarının Esed ailesine mezhep ve kan bağı ile bağlı olmasıdır. Özellikle Lazkiye’de yoğun olarak yaşayan bu klan ülkedeki askeri ve bürokratik kadroları kontrol etmektedir. Geniş bir istihbarat ağı vardır. Orduda ciddi bir çözülme olmadığı sürece halkın sokaklara çıkması rejimi yıkmaya yetmez.

MUHALEFET DAĞINIK VE LİDERLİKTEN YOKSUN

* Muhalif Suriye ordusu oluşuyor.

Şu anda alt düzeyde bazı çözülmeler gözleniyor, ancak bunlar güçlü silahlara sahip Suriye ordusu ile başedebilecek örgütsel yapı, liderlik ve silahtan mahrumlar. Muhalefet cephesi medya üzerinden haberleşerek harakete geçebiliyor. Son haftalarda yaptıkları kısmi vur kaç eylemleri dışında ciddi bir varlık gösteremiyor.

* Siyasi açıdan bir muhalefet sorunu var.

Ülke dışındaki Suriye muhalefetinin ülke içindeki gruplarla bağları çok güçlü değil. Orta sınıfları muhalefet saflarına geçmeye ikna etmek için isyancıların hem liderlik ve örgütsel yapı hem de ülkenin siyasi geleceğine ilişkin ciddi bir vizyon ortaya koymaları gerekir. Rejimin yıkılması durumunda ülkede istikrarı sağlayacak alternatif bir iktidar bloğu oluşmadan sermaye sınıfı isyancıların safına katılmaz. Kaos durumunda Suriye ile hâlâ savaş durumunu devam ettiren İsrail’in bir oldu bittisi ile karşı karşıya kalma kaygısı da bu sınıfı Esed’in yanında tutuyor.

BAAS REJİMİ’NİN DIŞ BEKÇİLERİ

* Baas rejiminin dış bekçileri de varlıklarını sürdürüyor.

Suriye fakir ve küçük bir ülke olmasına rağmen Orta Doğu’da ve küresel sistemde her zaman kritik bir rol oynamıştır. Arap milliyetçiliğinin en önemli temsilcilerinden birisi, ayrıca soğuk savaş döneminden beri Doğu Bloku’nun bölgedeki en yakın müttefiklerinden. İran-Suriye-Lübnan özellikle Hizbullah ve Hamas arasında oluşan blok Orta Doğu’da Suriye rejiminin önemli dayanaklarından birisi oldu.

* İran için Suriye’nin önemi nedir ?

Bugün için Suriye, İran’ın güvenlik stratejisinin dış çeperini oluşturuyor. Baas rejiminin çökmesi ve Suriye’de bir demokratikleşme İran için güvenlik stratejisinin çökmesi anlamına gelir. Onun için de İran sonuna kadar Esed ailesinin en büyük bölgesel destekleyicisi olarak kalacaktır.

RUSYA, SURİYE POLİTİKASINI DEĞİŞTİREBİLİR

* Rusya’nın desteği nereye kadar sürer?

Suriye diğer Arap ülkelerine göre jeopolitik özellikleri bakımından bölgesel ve küresel denklemleri etkileyebilecek bir konuma sahip. Deli Petro’dan beri Ruslar’ın en büyük hayali olan sıcak denizlerde güç sahibi olma politikası büyük ölçüde Suriye sayesinde mümkün olabilmiştir. Bugün de Rusya’nın askeri gemilerinin tek sığınağı Suriye limanlarıdır, ayrıca Suriye Rusya için kârlı bir silah pazarı. Her yıl 4-5 milyar dolarlık silah satıyor. Suriye ordusunun kullandığı silahların büyük bölümü Rus yapımı. Küresel güç mücadelesi açısından bakıldığında da, Suriye’nin de düşmesi demek Rusya ve Çin’in Akdeniz’deki etkilerinin tamamen silinmesi demektir. Suriye’ye karşı yaptırımları ve müdahale önerilerini BM’de veto etmelerinin temel nedeni budur. Ancak Rusya, rejimin iç dayanaklarının zayıfladığını ve gidici olduğunu hissettiği anda Suriye politikasını değiştirebilir.

SURİYE’NİN BÖLÜNME RİSKİ VAR

* Türkiye doğru bir karar mı verdi?

Kısa dönemli ticari kârlar uğruna bölge ülkelerinin geleceğini belirleyecek olan demokratikleşme talepleri ile ters düşmemek gerekir. Suriye’nin geleceği Esed rejiminde değil, Suriye halkının iradesinde. Türkiye de bu iradeye yatırım yapıyor. Türkiye’nin açıkladığı yaptırımların amacı halkı cezalandırmak değil, rejimin değişimini hızlandırmak. Bunun dışındaki her türlü tartışma sadece ayrıntıdan ibarettir.

* Bir tampon bölge oluşturulması zaman zaman dillendiriliyor.

Suriye’den Türkiye’ye karşı tek taraflı bir savaş ilanı veya kitlesel bir göç hareketi olmadığı sürece Türkiye’nin sınır bölgesinde askeri operasyon düzenlemesi Türkiye’nin izlediği dış politika geleneğine ters. Türkiye, Suriye içerisinde kitlesel kıyımlar yaşanmaya başlar, BM’den açık bir müdahale kararı çıkar ve uluslararası toplum Libya’da olduğu gibi ortak bir müdahale kararı alırsa ancak o zaman insani nedenlerle böyle bir müdahalenin içinde bulunabilir. Türkiye’nin tek başına Suriye’ye yönelik bir askeri operasyon düzenlemesi, son 10 yılda Arap halkları ile yeniden tesis edilen karşılıklı güvenin sarsılmasına, “Osmanlı geçmişinin” yeniden gündeme getirilmesine neden olur.

* Bu süreç Suriye’nin bölünmesini beraberinde getirebilir mi?

Suriye için en kötü senaryo toplumsal çatışmaların giderek yaygınlaşması ve etnik, mezhepsel anlamda bir iç çatışmanın başlamasıdır. Böyle bir durumda Suriye’nin etnik ve mezhepsel temelde bir bölünme riski vardır, hatta batılı bazı güçlerin, İsrail’in dahi böyle bir senaryoya destek sağlaması da mümkündür. Tarihsel olarak baktığımız zaman da 1930’larda Lazkiye çevresinde Aleviler özerk bir yönetime sahiplerdi, daha sonra ülkenin bütünlüğü sağlanmıştır. Bugün de merkezi iktidarın çökmesi durumunda benzer senaryolar gündeme getirilebilir.

 
1 Yorum

Yazan: 05 Aralık 2011 in ARAŞTIRMA, SİYASET, TARİH

 

Lâtīfe, Rızā Nūr’un Yazdıklarından Habersiz Miydi?

Ahmed Fāruq el-Qarsī beyin 1428’de (2007), Yeni Furkanmecmū‘asının 11. ‘adedinde neşredilen “T.C. Çarşaf’a Medyun-i Şükrandır!” serlevhālı maqālesinde, Lâtīfe ile Kamal’ın boşanmalarına dāir cālib-i dikkat bir istitrād vardı. Orada dile getirilen iddiâya, Lâtīfe’nin bacısı Vecīhe İlmen’nin torunu Mehmed Sādık Öke tarafından hiç de iknâ edici olmayan bir açıklama getirildi. Mehmed beyin açıklamasını müzâkere etmeden evvel Ahmed Fāruq beyin mezkūr istitrâdını hatırlatmak istiyorum:

“Boşanma sebebiyle ilgili mühim bir istitrâd

 “Lâtîfe’yle M.Kamal boşanma sebebiyle ilgili kimseye bir şey anlatmayacaklarına dâir birbirlerine söz vermişlermiş.1 Dolayısıyla resmî hikâyelerde boşanma sebebi olarak zikredilen “hırçın, geçimsiz, kıskanç… Lâtîfe”nin aslı olmadığı anlaşılıyor.2 Demek ki ortada Lâtîfe’yi sürekli izlemeyi gerektiren,3 yurt dışına ancak başka adlarla ve sıkı sıkı tembihleyerek gönderilmesini “îcâb” etdiren4 çok daha mühim ve mahrem bir sebeb var!

“Benim bildiğim bundan bahseden tek kişi Rızâ Nûr’dur! İpek Çalışlar mezkûr eserinde [Latife Hanım nâm eseri kastediliyor, y.h.] Rızâ Nûr’un hâtıratını kullanmış olmasına rağmen ma’lûm sebeblerden dolayı bu hâdiseyi oradan nakletmeyi uygun görmemiş olmalı!5 Rızâ Nûr’un Lâtîfe’den nakletdiğine göre o gece, Lâtîfe’nin amca çocuğu Vedad (Hâlid Ziyâ Uşaklıgil’in oğlu), (…) ile pek uygunsuz bir vaziyetde yakalanmış!6 İpek Çalışlar’ın kitabındaki önceleri bana garib ve lüzumsuz gibi gelen Vedad’la ilgili tafsîlâta, açıkcası Rızâ Nûr’u okudukdan sonra bir ma’nâ verebildim: M.Kamal’ın Vedad’ı tanıyınca Çankaya’ya çağrılmasını istemesi ve Lâtîfe’nin “O içerken böyle birden aklına gelen düşünceleri olur” diyerek buna mâni olması7; Lâtîfe’nin o meş‘ûm hâdiseden sonra Vedad’dan köşkü terketmesini istemesi8; M.Kamal’ın yine o hâdiseden sonra nerede görse Vedad’ın babası Hâlid Ziyâ’ya iltifât edib Vedad’la ilgili cömert korumacılığını izhâr etmesi ve onu Londra sefirliğine tâyin etmesi9; Lâtîfe’nin boşandıkdan sonra Vedad ve amcası Hâlid Ziyâ’yla yıllarca küs kalıb onlara öfkelenmesi10; fakat daha sonra amcasının “kesinlikle aramızda açıklama istemek, açıklama yapmak çeşidinden tek bir söz edilmemek” şartıyla görüşmeyi kabul edib “söyleşme konusunu[n] şu, bu ve tamamiyle Vedad” olması11; Londra sefîriyken Hâriciye Nezâreti’nin Vedad’a sürekli kötü davranması ve “beklemediği anlarda merkeze çağ[ırması]”12; sonunda Vedad’ın Sefâret’deki bir bayram töreni sırasında sebebsiz yere “bakanlık emrine alındığını bildiren [bir] şifre” alması ve bunun üzerine intihâr etmesi13, bence Rızâ Nûr okunmadan anlaşılacak şeyler değil!

“Kanaâtimce Lâtîfe’nin Rızâ Nûr’u tekzib veyâ tenkîd etmemiş olması, onun nakletdiklerinin sıhhatine ciddî bir karînedir. Bilindiği gibi Lâtife 2 Receb-i Şerîf 1395’de (12.07.1975) öldü. Rızâ Nûr’un hâtırâtı ise ilk kez 1387’de (1967) neşredildi. Kendisi ve M.Kamal hakkında yazılanları yakînen ta’kîb eden, gerektiğinde tekzîbler, reddiyeler gönderen Lâtîfe’nin14 bu eserden ve orada bizzat kendisi kaynak gösterilerek anlatılan mevzû-i bahs hâdiseden habersiz olması düşünülemez. O zaman niçin sükût etdi acaba? Sükût ikrârdan değil miydi? Anlaşılan Lâtîfe, M.Kamal hakkında bazı şeylerin bilinmesini istiyor ve buna göz yumuyordu. Hatta bırakın sâdece göz yummayı, Rızâ Nûr’un hâtırâtındakilere benzer iddiâlarla dolu H. C. Armstrong’un meşhûr Gray Wolf’u 1351’de (1932) neşredildiğinde bunu bizzat terceme edib müşterek bir dostları vâsıtasıyla M.Kamal’a gönderen Latîfe’dir!15 Hâsılı demek isteriz ki Rızâ Nûr’un anlatdıklarının öyle yabana atılır şeyler olmadığı, Lâtîfe’nin bu husûsdaki mânidâr sükûtu ile sâbit olmuşdur.”16

 

Mehmed Sādık beyin bu iddiâyla ilgili açıklaması şu şekilde:

Bazı yazar ve araştırmacılar Latife teyzemin bu kitapta [Rızā Nūr’un hātırātı kastediliyor, y.h.] yayınlanan, Paşa hakkındaki olumsuz iddiaları tekzip etmemesini zım[n]en kabul etmesi olarak algıladılar. Çünkü kendisiyle ilgili her konuda çıkan yanlış şeyleri tekzip etmişti. Oysa İsviçre’deki tedaviden sonra hep canıyla uğraştığını biliyoruz, muhtemelen böyle bir kitaptan haberi bile olmadı.17

Mehmed beyin açıklaması, diğer pek çok mes’elede olduğu gibi bu mes’elede de hiç inandırıcı değil! Sebebine gelince:

Bir kere Türkiye matbū‘ātında Rızā Nur’un hātırātından ilk def‘a bahs olunması 1383 (1963) senesine müsādifdir. Hātırātı British Museum’da keşfeden Cāvit Orhan Tütengil’dir ve bununla ilgili üç ayrı yazısı vardır. İlki 13 C.evvel 1383’de (1 Ekim 1963) Belleten’de, diğer ikisiyse 24 Şevval (9 Mart) ve 2 R.-sânî (10 Ağustos) 1384’de (1964)Cumhuriyet’de neşredildi. Cāvit bey bu yazıları derleyib Dr. Rıza Nur Üzerine Üç yazı: Yankılar, Belgeler adıyla 1385’de (1965) müstakil bir kitab olarak da neşretdi.18

Mehmed beyin bahsetdiği Lâtīfe’nin tedāvi amaçlı İsviçre seyahātleri 1385-87 (1965-67) arasında gerçekleşmiş.19 Ya’ni bu demek oluyor ki hātırātın varlığı ve kısmen de muhtevāsı Lâtīfe’nin bu seyahātlerinden evvel mevzū-i bahs edilmiş.20 Bināen‘aleyh, zamānındaki bütün gazetelere abone olan Lâtīfe’nin21 bu neşriyātdan haberdār olmadığına, olmamış olabileceğine ihtimāl vermek mümkin değildir! Hātırātın kitab olarak ilk kez neşrediliği 1387 (1967) senesinden Lâtīfe’nin öldüğü 1395 (1975) senesine qadar tam sekiz sene geçiyor. Bu arada, hātırātın neşrinden altı sene sonra, 1393 (1973) yazında, Hürriyet gazetesinde kendisi ile ilgili başlayan bir yazı dizisine māni’ olmak isteyib bunun için mahkemeye bile gitmesi22, Lâtīfe’nin bu sekiz sene boyunca dünyaya kapanacak qadar kötürüm bir vaz’iyyetde olmadığını, kendisi ve Kamal haqqındaki neşriyātı hālā dikkatle ta’kīb etdiğini, kısacası Mehmed beyin iddiâ etdiği gibi İsviçre dönüşü hep canıyla uğraşmadığını açıkça gösteriyor.

 Mehmed bey ve āile efrādının içinde bulundukları vaz’iyyetin nezâketini takdīr etmiyor değilim. Bunun tedirginliğiyle olsa gerek, en son neşredilen Teyzem Latife kitabında mutenākız sözler sarf edilmiş. Bunları ve diğer birtakım mes’eleleri ileriki bir zamanda inşāAllah tafsilātlı olaraq yazacağım. Şimdilik şu qadarını söylemekle iktifā edeyim: Bu mızrak bu çuvala sığmıyor! Kendilerinin de ifâde etdikleri gibi, hakīkatin er veyā geç ortaya çıkmak gibi kötü(!) bir husūsiyyeti var.23 Ve tārihin hayırla yād edeceği kişiler hakīkatin ketmine değil, tezāhürüne yardım edenler olacakdır.


 

Hāşiyeler:

1. İpek Çalışlar, Latife Hanım [8. tab’, Doğan Kitap nşr., İstanbul, 1427 (2006)], 332-333, 454, 456.s..

2. İpek Çalışlar, Latife Hanım, 328-331, 460.s..

3. İpek Çalışlar, Latife Hanım, 454.s..

4. İpek Çalışlar, Latife Hanım, 370-371, 380.s..

5. İpek Çalışlar, Latife Hanım, 332.s..

6. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, 4.c., nşr. Heidi Schmit, İstanbul, 1387 (1967), 1316-1317.s..

7. İpek Çalışlar, Latife Hanım, 215.s..

8. İpek Çalışlar, Latife Hanım, 334-335.s..

9. İpek Çalışlar, Latife Hanım, 388-389.s..

10. İpek Çalışlar, Latife Hanım, 389.s..

11. İpek Çalışlar, Latife Hanım, 409.s..

12. İpek Çalışlar, Latife Hanım, 424.s..

13. A.y..

14. İpek Çalışlar, Latife Hanım, 458-459.s..

15. İpek Çalışlar, Latife Hanım, 404.s..

16. Ahmed Faruq el-Karsi, “T.C. Çarşaf’a Medyûn-i Şükrândır!”, Yeni Furkan: Aylık İlmi, İçtimai ve Tasavvufi Dergi, 1. sene, 11. ‘aded, 1428 (Şubat 2007), 21-22.s., kezâ şurada: http://furkandergisi.blogcu.com/t-c-carsaf-a-medy-n-i-sukrandir/2739561

17. Fatih Bayhan ve Mehmet Sadık Öke, Teyzem Latife: Atatürk’le Geçen Bir Ömrün Saklı Kalmış Hikâyesi, 2. tab’, İstanbul, Pegasus nşr., 1432 (2011), 415.s..

18. Ankara, Üçler nşr..

19. Fatih Bayhan ve Mehmet Sadık Öke, a.g.e., 414.s..

20. ‘Abdu’r-Rahmān Dilipak’ın neşre hazırladığı hātırātın ilk cildinde bu münākaşalara kısmen yer verilmiş, bkz. Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım I: Rıza Nur Kendini Anlatıyor, nşr. Abdurrahman Dilipak, İstanbul, İşaret nşr., 1412 (1992),  27-68.s..

21. Fatih Bayhan ve Mehmet Sadık Öke, a.g.e., 449.s..

22. İpek Çalışlar, a.g.e., 458-59.s.; Fatih Bayhan ve Mehmet Sadık Öke, a.g.e., 458.s..

23. Fatih Bayhan ve Mehmet Sadık Öke, a.g.e., 376.s..

Yûsuf Hanîf

kaynak: http://turkcesi.biz/news.php?readmore=225

 
1 Yorum

Yazan: 05 Aralık 2011 in ARAŞTIRMA, TARİH, İLGİNÇ ŞEYLER

 

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

Irak’ın yağmalanan yazmaları batı da ve israil de çıktı

Irak'ın yağmalanan kütüphaneleri

Irak’ın yağmalanan kütüphaneleri

Mezopotamya toprakları üzerinde kurulan ve derin geçmişe sahip olan Irak kütüphaneleri işgaller ile yağmalanmıştır…Yağmalanan eserler kimi zaman bir koleksiyoncunun evinde; kimi zaman da Batı ülkelerindeki kütüphanelerde bulunmuştur

Hamza Ahıskalı/ Dünya Bülteni – Tarih Dosyası

Savaşlar ve işgallerin sonuçları bir toplumun sadece can, mal ve ekonomik kayıpları ile sınırlı kalmıyor. İnsanî doyumsuzluk ve çıkar hesaplarının neden olduğu bu yıkıcı fiiliyatlar aynı zamanda işgal edilen halkların kültürel miraslarına da önemli ölçüde zarar veriyor.

Nasıl ki Amerikalılar Kızılderililerin vatanlarını işgal edip topraklarını ele geçirmekle birlikte kültür ve hayat tarzlarına karşı yıkıcı bir mücadele içerisine girmişlerse; aynı şekilde Endülüs Müslümanlarının, Azteklerin ve Mayalar’ın medeniyet ve eserleri İspanyollar tarafından yağmalanmış ve yok edilmeye çalışılmıştı.

IRAK’TAKİ KÜTÜPHANE YAĞMASININ BİLANÇOSU

Yakın tarihte ise bu yağmalama olayına Mezopotamya toprakları üzerinde kurulan ve derin geçmişe sahip olan Irak kütüphanelerini örnek gösterebiliriz.

Irak’ta binlerce el yazması kitabın bulunduğu onlarca kütüphane ABD ve müttefiklerinin 1991 ve 2003 senelerinde gerçekleştirdikleri işgaller ile adeta yağmalanmış ve yok edilmeye çalışıldı.

Yağmalanan kitapların akıbeti hakkında da yeterli bilgi bulunamadı. Yağmalanan kitaplar kimi zaman bir koleksiyoncunun evinde; kimi zaman da nasıl götürüldüğü birçok soru işareti taşıyan Avrupa ülkelerinde bulundu.

Kültür Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü’nün World Learning ve World Survey’e dayanarak yaptığı incelemeye göre, Irak’ın 113 kütüphanesinde 82 bin 258 el yazması yağmalanmıştır. Yağmalananlar arasında 1494 eser ise Osmanlı Türkçesi ile yazılan Yazmalar…

BAĞDAT’TAKİ ZENGİN KÜTÜPHANELER

Bağdat’ta bulunan 41 kütüphanede ise 1279’u Osmanlı Türkçesi olmak üzere toplam 53 bin 22 el yazması korunuyordu. Bağdat’taki kütüphaneler arasında el yazmaları açısından en zengini ‘Saddam el Yazmaları Kütüphanesi’ydi. Bu kütüphanede, 786’sı Osmanlı Türkçesi olmak üzere toplam 40 bin 214 el yazması yer alıyordu. Ayrıca Bağdat’taki Evkaf Kütüphanesi’nde 5 bin 147, Naji Mahfuz Koleksiyonu’nda 662, Kadiriya Kütüphanesi’nde ise 1544 el yazması korunuyordu.

Öte yandan Basra’daki 3 ayrı kütüphanede 10’u Türkçe olmak üzere 2 bin 114 eser yer alırken, Dohuk’daki bir kütüphanede 16, el Divaniye’de 2 ayrı kütüphanede 236, El Hilla’da 4 ayrı kütüphanede 86, Erbil’deki 2 kütüphanede 10’u Türkçe 50, Nasıriye’deki 3 kütüphanede 304, Samarra’daki 2kütüphanede ise 41 el yazması bulunuyordu.

Kerbela’daki 19 kütüphanede ise çoğunluğu fıkıh, kelam, Kuran, mantık, felsefe, edebiyat, dil ve gezi konularında yazılmış Farsça ve Arapça 2 bin 337 el yazması yer alıyordu. Kerkük’teki 5 kütüphanede 23’ü Türkçe toplam 117 yazma eser korunurken, Musul’daki 9 ayrı kütüphanede ise 135’i Türkçe olmak üzere toplam 6 bin 810 yazma eser bulunuyordu. Necef’deki 17 kütüphanede ise 20’si Türkçe toplam 12 bin 159 el yazması korunurken, Süleymaniye’deki 2 kütüphanede 17’si Türkçe toplam 4 bin 430 el yazması, el Samava’da 11, Saddam’ın doğduğu kent olan Tıkrit’te 28, el Zubayir’de ise 25 el yazması yer alıyordu.

1991’DEKİ YAĞMALAMA 2003 İŞGALİNDE DE YAŞANDI

Köklü tarihi geçmişe sahip olan Mezopotamya topraklarının merkezinde yer alan Irak’taki kütüphaneler, 1991 Körfez Krizi sonrası olduğu gibi 2003 senesindeki işgalde de yağmalanmıştır.

Iraklı uzmanlar, ABD’nin Irak işgaliyle birlikte bu ülkede başta Nemrud dönemine ait olmak üzere çok değerli ve kıymetli tarihi eserlerin Batılılar tarafından yağmalandığını ve Irak’tan kaçırıldığını dile getirmiştir.

Söz konusu kıymetli ve değerli tarihi eserlerin devrik Saddam Hüseyin tarafından Merkez Bankası’nda özel sandıklarda saklanmış, ancak işgalle birlikte bu sandıkların işgal güçleri ve özellikle ABD tarafından Irak’tan kaçırılmıştır. Öyle ki Irak’ın işgalinden bir süre sonra Batı basınında Irak’taki tarihi eserlerin Avrupa ve Amerika’ya kaçırıldığına dair haberler gündemi meşgul etmişti.

İsrail Milli Kütüphanesi

İŞGAL SIRASINDA ÇALINAN ESERLER İSRAİL’DE DE ÇIKTI

Mescid-i Aksa el Yazmaları Bölümü Başkanı Nacih Barikat, 2003 senesinde işgal edilen Irak’takikütüphanelerden çalınan bazı nadir eserlerin İsrail Millî Kütüphanesi’nden çıktığını açıkladı.

İsrail Millî Kütüphanesi İslam dünyasına ait çok sayıda nadir eserlere sahip…Ancak İsrail MillîKütüphanesi’nde bulunan nadir eserlerin buraya nasıl getirildiği ile ilgili tartışmalar sürüyor.

Konu ile ilgili açıklama yapan Mescid-i Aksa el Yazmaları Bölümü Başkanı Barikat ise İsrailkütüphanelerinde bulunan eserlerden bazılarının Irak işgali sonrası Irak Millî Kütüphanesi’nden  çalınarak getirilmiş olabileceğini belirtti.

KÜTÜPHANEDE İSLAM TARİHİNE AİT NADİR ESERLER BULUNUYOR

1982 yılında kurulan ve 5 milyondan fazla kitabın bulunduğu İsrail Milli Kütüphanesi’nde, İslam ve İslam tarihine ilişkin 100 bin kitap ve 2 bin el yazması eser bulunuyor.  İsrail’deki kütüphane, 600 yıl önce yazılmış ve Sultan I. Selim’in mührünün bulunduğu şahsi mushafı da bünyesinde barındırıyor.

İsrail Millî Kütüphanesi’nde, saf altınla bezenmiş ve İslamî nakışlarla süslü, tarihi 1200 yıl öncesine dayanan Kûfî hattıyla yazılmış bir Kuran-ı Kerim mushafı da bulunuyor.

İsrailliler bu eserleri satın aldıklarını iddia ederken, Filistinliler bu eserlerin bazılarının ABD işgali sonrası Bağdat’tan yağmalanarak İsrail’e getirildiğini söylüyor.

Irak Milli Müzesi (Bağdat)

SADDAM EL YAZMALARI KÜTÜPHANESİ DE NASİBİNİ ALDI

Bağdat’taki Saddam el Mahtutat’ın (Saddam el Yazmaları Kütüphanesi) George W. Bush liderliğindeki işgalci güçler tarafından harap edilen önemli kültürel miraslar arasında yer alıyor. Çünkü Irak’ın farklıkütüphanelerinden toplanan el yazmaları bu kütüphanede muhafaza ediliyordu.

Evkaf Kütüphanesi de tıpkı Saddam el Mahtutat gibi Irak’ın farklı bölgelerinde yeralan kütüphanelerden toplanan kitaplarla oluşturulmuştu. 1960’larda başlanan kitap toplama faaliyeti, 1980’lere kadar devam etmişti. Toplanan yaklaşık beş bin kitaptan 1991 işgali ile hiçbir şey kalmamıştı.

Evkaf Kütüphanesi’nde İslam aleminin en büyük imam ve düşünürlerinden İmam-ı Azam’ın, İmam Şafii’nin, İmam Hanbel’in ve İmam Malik’in kitapları bulunuyordu.

MUSUL KÜTÜPHANESİ’NE İSRAİL SALDIRISI

Osmanlı Araştırmaları Vakfı Kurucusu ve Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, bir araştırma için Musul arşivine başvurduğunu ve Irak savaşı sırasında İsraillilerin Musul arşivini yağmalamak istediğini; ancak bölgedeki kişilerin buna engel olduğunu aktardı.

Irak’ta müzeler ve kütüphaneler yağmalanıp kundaklandı. Binlerce el yazması kitap ya çalındı, ya alevlere teslim edildi. Atlas, beş binden fazla eşsiz el yazması eserin saklandığı Evkaf Kütüphanesi’nin katalogunu inceledi ve yok olan kitaplardan küçük bir liste hazırladı. Bu liste, yok edilen değerin ne denli büyük olduğunu göstermeye yetiyor.

Bu kitaplardan küçük bir listeyi incelemek için tıklayınız…

kaynak: http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=183094

 

Etiketler: , , , , , , ,

En az bir küçük domuz yedik!

En az bir küçük domuz yedik!

GİMDES başkanı Dr. Hüseyin Kâmi Büyüközer’in söyledikleri sizi şaşırtacak

Güncelleme: 16:00, 22 Kasım 2011 Salı

Geçenlerde gıda işiyle uğraşan bir tanışımız; “Herkes en az bir küçük domuz yemiştir” diye bir laf etmişti. Bu doğru olabilir miydi? Yediğimiz içtiğimiz gıdaların içerisinde domuz parçacıkları mı vardı gerçekten?..

Bu konuyu araştırmak üzere GİMDES’e yani Gıda ve İhtiyaç Maddelerini Denetleme ve Sertifikalandırma Araştırmaları Derneği’ne gittim ve dernek başkanı Dr. Hüseyin Kâmi Büyüközer Bey ile görüştüm. Her ne kadar konu hakkında önceden bir fikir sahibi olsam da bu görüşmeden sonra Müslümanların “helal gıda” konusundaki sorunlarının çok daha ciddi bir boyutta olduğunu fark ettim. Mesela önceden çikolata gibi ürünleri alırken Müslüman olarak bildiğim büyük bir firmanın ürünlerini alırdım, şimdi ise ona da şüpheyle bakmaya başladım.

Jelatinin tamamı ithal ediliyor 

Çikolatadan, bisküviye, yoğurttan dondurmaya kadar birçok ürününün içindekiler kısmını okuduğumuzda “sığır jelatini” diye bir maddeye rastlıyoruz. Hüseyin Kami Büyüközer Bey’den öğrendiğime göre gayrimüslimlerin icat ettiği bu maddeyi dünyada yalnızca gayrimüslimler üretiyorlar. Yani yılda üretilen toplam 380 bin ton jelatinin yüzde doksan dokuzunu Müslüman olmayan ülkeler üretiyor. Ve bu jelatinin 180 bin tonu da Müslüman ülkelere ihraç ediliyor. Türkiye ise bu maddeden yılda iki bin ton ithal ediyor.

Hüseyin Kâmi Bey diyor ki; “Bu ürünü domuzla haşir neşir olan Batı ülkeleri üretiyorlar ve satıyorlar. Onların ‘bu ürünü Müslümanlar yiyecek içine domuz karıştırmayalım’ diye bir hassasiyeti yok.” Şöyle bir düşünecek olursak Avrupa’nın çeşitli mezbahalarından toplanan et, kemik ve deri gibi maddeler jelatin fabrikasına gönderiliyor. Jelatin fabrikası suda bu kemik ve sakatat parçalarını bir müddet beklettikten sonra jöle kıvamında bir madde oluşuyor. Bu da buharlaştırılınca geriye jelatin dediğimiz madde kalıyor.

Şimdi Avrupa’yı şöyle bir düşünelim. Domuz günlük çok miktarda tüketilen bir ürün… Ve buDr. Hüseyin Kâmi Büyüközer
kesimhanelerde sadece sığır kesimi yapılmıyor. Oradaki insanlar bu jelatini Müslümanlar yiyecek diye düşündükleri düşünülemeyeceği gibi zaten Müslümanların da böyle bir talebi yok…

Neticede ülke olarak iki bin ton jelatini ithal ediyoruz. Bu jelatinin içinde domuz, at ve eşekten yapılan jelatin olmadığına dair kimse bir garanti veremiyor. Hatta Hüseyin Kami Bey bir şekerleme firmasına (hani lastik gibi şekerlerden üreten) bir mektup gönderiyor. Bu jelatinin domuzdan yapılmadığının garantisini verebilir misiniz diyor. Kendisine verilen cevabi yazıda böyle bir garanti veremeyeceklerini söylüyorlar.

İşin can alıcı yanı

Hüseyin Kâmi Bey şuna dikkat çekiyor: “Gıdalarda kullanılan jelatin sığır jelatini bile olsa yine haramdır çünkü bunun helal olması için helal usullerle kesilmiş hayvanların yan ürünlerinden yapılması lazım.”

Yani uzun lafın kısası Brezilyada veya başka bir ülkede ne şekilde ve ne usulde kesildiğini bilmediğimiz hayvanlardan üretilen jelatini güvenilir sandığımız markaların amblemleri altında her gün tüketiyoruz. Bu büyük firmalar Allah’tan korksalardı, bu jelatini kendileri üretmeye bakarlardı. Yetkililer de Allah’tan korksalardı bu konuyu araştırır ve gerekli denetimi yaparlardı. Demek ki acı ama gerçek bir durumla karşı karşıyayız.

Büyük bir çarpıklık

GİMDES yurt dışına ihraç ettiğimiz yüz altmış kalem ürüne helal sertifikası vermiş. GİMDES ihraç edilen ürünlere “helal” damgasını veya kendi helal sertifikası logosunu rahatlıkla basıyorken, kendi ülkemizdeki üretilen ürünlere bu logoyu basamıyor. Çünkü devletin ve kanunların ürünlerin üstündeki “helal” kelimesine tahammülü yok.

Bir firma ürününe “helal sertifikalı” olduğuna dair bir işaret koymaya kalkarsa ağır para cezasına çarptırılıyor. Ama “domuz eti yoktur” gibi bağlayıcı olmayan bir ifade koyduklarında kimse bir şey demiyor. Bu konudaki hukuki sıkıntıları GİMDES başkanı Dr. Hüseyin Kami Büyüközer Bey’e sorduk ve şu yanıtları aldık?

GİMDES’in karşılaştığı hukuki sıkıntılar neler? 

Türkiye şuanda Müslümanlara göre düzenlenmiş bir devlet düzenine sahip değil. Gerçek manada laik bir devlet de değil. Müslümanları kendi haline bırakmıyor herkese kendi inancına göre yaşama imkânını tanımıyor.
Türkiye’deki Yahudiler bugün Müslümanlardan daha hür ve bağımsız bir şekilde hayat sürebiliyorlar. Ama Türkiye’deki Müslümanla bağımsız bir şekilde dini faaliyetlerini yürütemiyorlar. Devlet müdahale etmeye çalışıyor. Bugün siz bu ürünlerin üzerine, İslamî bir işaret logo, amblem veya bir işaret koyamıyorsunuz. Haksız rekabeti önlemek için bu yasağı getirdiklerini savunuyorlar. Koymak isteyenlere de para cezası kesiyorlar. Ama bu firmalar ürünlerini yurt dışına götürdükleri vakit rahatlıkla bu işaretleri koyabiliyorlar. Mesela Hamidiye suları 35 ülkeye ihracat yaparken logomuzu koyuyor. Bu yasağın kalkması lazım… Ürünlerin üzerine logo konabilmesi lazım. Şuanda hiçbir bağımsız kurumun onayı ve denetimi olmadan 1995’ten beri bütün firmalar etiketlerine; “Ürünümüzde domuz veya domuzdan yapılmış maddeler yoktur” diye yazı koyuyorlar. Bunu yazanlara bir ceza vermiyorlar. Tarım Bakanlığı bunu sadece seyrediyor. Ama bizim logomuzu veya helal ismini yazan bir işareti görünce hemen para cezası veriyor.

Bu sıkıntının nedenleri nedir? 

Yüzde doksan dokuzu Müslüman bir ülkede maalesef devletin hukuk sisteminde helal haram kavramlarının bir izahı ve karşılığı yok. Anayasasından bütün kanunlara varıncaya dek hiçbirinde helal ve haramın tarifi yok. Bu konuya tamamen kör ve sağır durumda olan bir devlet düzeninde bizim çalışmalarımız yurt dışına dönük olarak yürütülebiliyor. Verdiğimiz belgeye de; “ihracat maksadıyla veriyoruz” diye yazıyoruz. Biz kendi amblemimizi ürünlerin üzerine koyamadığımız için bizim şuurlu tüketicimiz bizim sertifika verdiğimiz firmaların listesini internetten veya broşürlerimizden buluyor ve markete gittiği zaman bu ürünleri tercih ediyor. Böylece helal sertifikalı ürünleri tüketmiş oluyor. Bugüne kadar yüz altmış firmaya biz sertifika verdik. Bu ürünleri tercih edince gönül rahatlığı ile helal olduğu belgelenmiş olan bir ürünü evine götürmüş oluyor.

Bu işte Yahudi parmağı olabilir mi? 

Zorluk çekmemizin sebebi Yahudi ile alakasından çok Müslümanların kendi haklarının farkında olmamaları.. Biz bunun sıkıntısını çekiyoruz. Eğer bugün tüketici olarak Müslümanlar haklarının ne kadar güçlü bir kaynağa dayandığını bilseler bu marketlerin hiçbirisi bu haliyle satış yapamaz. On tane Müslüman marketteki yetkiliye diyecek ki: “Helal sertifikalı şu ürünleri markete getir.” Veya “Şu şekerlemede domuz jelatini var; bunu neden satıyorsun.” Bunu on kişi söylerse o adam o ürünü bir daha satamaz.

Bazı büyük firmalar var, bunların size müracaatı oldu mu? 

Her firma bize gelmiyor. Çünkü ayıbı çok… İnat ediyor ve “ben bu tatlı parayı nasıl kaybederim” diye düşünüyor. Mesela binlerce ürün üreten büyük bir firma bize gelmiyor, çünkü getirdiği ürünlerin çoğunda ithal maddeler var.

http://www.dunyabizim.com/manset/7984/en-az-bir-kucuk-domuz-yedik.html

*****************

İlk HALAL DUNYA MARKETİ açıldı…

http://www.gimdes.org/ilk-halal-dunya-marketi-mehterle-acildi%e2%80%a6.html

 
 

İran’ın dış politikası ve Ortadodaki Şİİ JEOPOLİTİĞİ

Star yazarı İbrahim Kiras, Ortadoğu’daki gelişmeleri ‘şii jeopolitiği’ açısından değerlendiren bir yazı kaleme aldı. İbrahim Kiras, İran’la ilgili bilinmeyen noktalara ışık tutuyor.  Yıllardan beri İran’ı vuracağı söylenen ABD, aslında bölgede İran’ın önünü mü açıyor? Dünyanın çeşitli yerlerindeki İslam hareketleri İran’ yönetiminden ümidini ne zaman neden kesti? İşte o analiz…

İran’ın dış politikası ve Ortadodaki Şİİ JEOPOLİTİĞİ

Suriye her şeyden önce Suudi Arabistan’la İran’ın mücadele alanı.

Tıpkı Körfez ülkelerinde olduğu gibi, tıpkı Lübnan’da olduğu gibi.

İRAN BÖLGESEL İHTİRASLARI OLAN BİR ÜLKE

İran bölgesel ihtirasları olan bir ülke. Üstelik bu ihtiraslarını gerçekleştirme potansiyeli de var. Ama bu potansiyel esas itibarıyla 1979’daki İslam Devrimi’nden sonra kullanılabilir hale gelmişti.

İran devrimi bütün bir İslam coğrafyasında bu ülkeye yönelik bir sempati uyandırmış, yeni rejime destekçiler kazandırmıştı.

Ancak zamanla bu sempati ve destek lokalize oldu; özellikle Sünni topluluklar İran’ın uluslararası politikalarında umduklarını bulamaz oldular. Dünyanın çeşitli ülkelerindeki İslami hareketlerin İran’ın İslamcılığından ümit kesmelerinde 1982’deki Hama Katliamı bir dönüm noktasıdır.

SURİYE’DEKİ HAMA KATLİAMI

Suriye ordusunun ülkedeki “İslamcı” muhalefet hareketini ezmek üzere gerçekleştirdiği harekâtta Hama şehri yerle bir edilmiş, yediden yetmişe her yaştan 25 bin insan acımasızca öldürülmüştü. İran “İslam” Cumhuriyeti ise bu olaylarda Suriye yönetiminin yanında yer aldı. Çünkü Suriye’deki rejimin varlığını kendi stratejik çıkarlarının gereği görüyordu.

İRAN TERCİHİNİ 1982′DE YAPTI

1982 bir tercih anıydı İran için. İslam Devrimini gerçekleştiren kadrolardan bir bölümünün istediği gibi evrensel İslami hareketin bayraktarlığına mı aday olacaktı, yoksa Şiilik adına mı hareket edecekti. İran’ın yeni devlet elitlerince ikinci şıkkın seçildiği Hama Katliamı konusunda gösterilen tavırla ortaya konulmuş oldu.

İran açısından “Şiilik kartı”nı oynamak daha makul ve tercihe şayan bulunmuştu.

Hem o gün yapılan bu tercihin isabetli olup olmadığını hem de başta Suudiler olmak üzere Körfez monarşilerinin Tahran yönetimine karşı besledikleri husumetin gerçek sebebini anlamak için İran’ın dış politikasını belirleyen “Şii Jeopolitiği”nin birkaç detayına göz atmak faydalı olabilir:

* 1979’da İran İslam cumhuriyetini ilk tanıyan İslam ülkesi Pakistan’dı.

* Bölgesinde ABD’nin her zaman en yakın müttefiki olarak temayüz eden Pakistan’ın dünyada İran’daki yeni rejimi tanıdığını açıklayan -Sovyetler Birliği’nden sonra- ikinci ülke olması boşuna değildi.

* Pakistan nüfusunun yüzde yirmisi Şii.

* 2001 sonrasında Amerikalılar öncülüğünde işgal edilerek İran karşıtı Sünni yönetimin tasfiye edildiği Afganistan’ın da yüzde yirmisi Şii.

* Yine Amerikalılar tarafından işgal edilip İran karşıtı Sünni yönetimin ortadan kaldırıldığı Irak’ın ise yüzde 65’i Şii.

* 1979’da İran İslam cumhuriyetini tanıyan -Pakistan’dan sonra- ikinci İslam ülkesi Suriye oldu. Suriye nüfusunun ezici çoğunluğu Sünni. Buna mukabil iktidarda bulunan aile Şiilerce de benimsenmeyen Arap Aleviliği’ne (Nusayriliğe) mensup.

* İran ve Suriye’nin bölgedeki can düşmanları Suudi Arabistan’ın da yüzde onbeşi Şii,

* Yine bugünlerde Suriye’deki Şii yönetimini devirmek üzere en fazla çaba sarf eden Katar’ın kendi vatandaşlarının yüzde yirmisi Şii.

* Arap Baharı sürecinde başlarındaki Sünni yönetimi devirmek isteyen halkın Suudi tanklarıyla ezildiği Bahreyn’de nüfusun yüzde 75’i Şii.

* Vaktiyle Şii Irak’ın Sünni diktatörü Saddam tarafından işgal edilen Kuveyt’in yüzde otuzu Şii.

* İran ve Suriye’nin bölgesel ihtiraslarının ortak “yaşam alanı” Lübnan’ın yüzde 45’i Şii.

 
Yorum yapın

Yazan: 23 Kasım 2011 in ARAŞTIRMA, SİYASET, TARİH

 

demedi demeyin savaş kapıda: Tarihsel bir gerçektir; güç kayması büyük savaşları bağrında saklar.

Tarihte cereyan etmiş büyük savaşların ortaya çıkış sürecine, mantığına baktığımızda gelecekte meydana gelebilecek savaşları hangi etmenlerin çıkaracağını tahmin etme imkânı yakalarız. Tarih bilimsel bir disiplin olarak mâzideki gerçekleri ortaya çıkarmak, tahlil etmek ve öğretmenin yanısıra geleceği geçmişin ışıgında öngörmek ve buna hazırlıklı olmak için vardır.

Felâket tellallığı yapmak gibi bir niyetimiz yok ama, bugün yaşanan küresel ölçekteki siyasi, askerî ve en önemlisi ekonomik krizlerin büyük ölçekli savaşların habercisi olduğu kanaatindeyiz. Geçen yüzyılda dünyanın kremasını yemiş müreffeh ülkeler bir bir dibe vuruyor. Yeni güçlü ekonomiler ortaya çıkarken eski güçlü ekonomiler iflasa doğru sürükleniyor. Savaş sinyalleri de bu zeminden geliyor.

Bunu görebilmek için bir yüzyıllık geçmişi hatırlamak, modern savaşların yıkıcı doğasına ve dinamiklerine bakmak yeterli sanırım. “Büyüme ideolojisi”nin sardığı 19. yüzyıl Avrupa’sı, sömürgeci emellerin zaruri bir sonucu olarak bir ‘paylaşamama’ savaşına girmişti.

Bu meyanda Birinci Dünya Savaşı tarihte ilk kez savaş konseptini bölgesel olmaktan çıkartıp büyük devletlerin topyekün savaşına dönüştürmüş, sonuç itibarıyla da dünya sathında derin etkiler bırakmıştır.

Bu savaşta Avrupa, Rusya ve koca Osmanlı’nın tüm merkezleri tarumar olmuştur. Ekonomiler çökmüş, sosyal travmalar halkların ortak kaderi olmuştur. İmparatorluklar döneminden ulus devletler dönemine geçilmiştir. En tehlikelisi de; İkinci Dünya Savaşı’nın altyapısı inşa edilmiştir.

Savaşın ağır şartları ve sonuçları, kalıcı olmayan bir savaş anlaşmasıyla Birinci Dünya Savaşı’nı bitirmişti. Ama tarafları tatmin edecek bir paylaşım düzeni kurulamadığından İkinci Dünya Savaşı kaçınılmazdı.

Bu savaş da, klasik savaş yöntemlerini dramatik bir şekilde değiştirmiş, savaşları savaş meydanlarından sivillerin yaşadığı şehir merkezlerine taşımıştır. Sonuç ise her alanda tam bir yıkım olmuştur.

Neticede iki kutuplu dünya düzeni kuruldu, güç ve nüfuz savaşı soğuk bir zemine taşındı. Soğuk Savaş dediğimiz bu dönem de Berlin Duvarı’nın yıkılmasına kadar sürdü.

ABD bunu fırsat bilerek “medeniyetler çatışması” ekseninde tek kutuplu bir dünya düzeni kurma hayâllerine kapıldı. 11 Eylül olayı kuvveden fiile geçiş startını verdi, bu da sonuç vermedi. Hâlâ da dünya düzeni kurulabilmiş değil. Düzen kurma hevesindeki ABD ve müttefikleri son yıllarda kahredici ekonomik krizlerin anaforunda kendilerini kurtaracak çıkış yolları arıyorlar.

Paradigmada özdeş özelliğine rağmen Batı’dan Asya’ya doğru güç kayması yaşanıyor; ABD ve Avrupa inişe geçerken Çin ve Hindistan yükselişe geçmiş durumda. Yeni küresel güçleri kimse görmezden gelemiyor. Türkiye, İran, Brezilya gibi bölgesel güçler ise kurulacak yeni dünya düzeninde karar verici ülkeler arasında olmak için vaziyeti zorlamakta.

Tarihsel bir gerçektirgüç kayması büyük savaşları bağrında saklar. Çünkü inişe geçen güç merkezleri eski ihtişamlı günlerini tekrar ikame etmeye, yeni yükselen güçler ise paylaşılan pastadan daha fazla hak talep etmeye başlar. Siyasetle bir çözüme ulaşılamadığı zaman ise, mantıklı ve mantıksız bahanelerle savaş, son sözü söyleme aracına dönüşür.

Buraya doğru hızla ilerliyoruz. Yükselen ve inişe geçen ülkelerin nükleer silahlara sahip olması da bir taraftan savaşı frenlerken diğer taraftan kıyamet sahnelerini akla getirmektedir. Bu sebeple olsa gerek, şimdilik terör üzerinden sonuç almaya çalışmaktalar. Read the rest of this entry »

 
Yorum yapın

Yazan: 23 Kasım 2011 in ARAŞTIRMA, SİYASET, TARİH

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

çocuklarımızı olumsuz etiketlemekten kaçınmalıyız

Kelimelerin su üzerinde bile etkili olduğunu düşündüğümüzde, eğitimde, özellikle de çocuk eğitiminde ne kadar önemli yer ettiğini aklımızda tutmak gerekir.

Kelimelerin insan üzerinde müthiş etkileri olduğunu biliyoruz.
Atalarımızın “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” sözünü,
koca Yunus “Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini” diyerek destekliyor.
Kur’an-ı Kerim’de Mevla “Güzel bir söz kökü yerde sabit, dalları havada güzel bir ağaca benzer. O Rabbinin izni ile her zaman meyvesini verir.” derken,
Peygamber Efendimiz (asm) “Sözde sihir vardır.” diyerek kelimelerin gücüne vurgu yapıyor.  Read the rest of this entry »

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , ,

Kurbanı yatırmanın en kolay tekniği

Kurbanlığı kolayca yere yıkma teknikleri

Kurban Bayramı yaklaşıyor. Kurbanlık seçimi alımı derken uzmanlarkurbanlıkların kesimi için uyarıyor. Kurbanlığı kolayca yere yıkmak için ilginç teknikler tavsiye ediliyor. Read the rest of this entry »

 
Yorum yapın

Yazan: 30 Ekim 2011 in ARAŞTIRMA, FIKIH

 

Etiketler: , , , , , , , , ,

Ebubekir Sifil hoca’dan Anlamlı bir yazı ve rica‏

Allah’a hamd, kula teşekkür

Ramazan ayı içindeki yazıları Ramazan’a inhisar ettirmek amacıyla başka yazı yazmadım. Dolayısıyla yazmak istediğim birçok husus Ramazan ayı dışına ertelenmiş oldu. Artık sırayı onlara verme zamanı.

Ancak bu yazıyı parantez içi bir açıklama olarak görmenizi istiyorum. Zira benim için önemli bir meseleyi sizlere taşıyacak.

Bundan epeyce bir zaman önce bu köşede okuduğunuz kimi yazılarda yer alan bilgi ve atıf hataları gibi hususlarla ilgili bir yazı yazmış ve sizden o yazıyı olabildiğince yaymanızı talip etmiştim. Amacım değindiğim yazılardaki arızaların olabildiğince fazla sayıda insana ulaşması ve olabildiğince fazla sayıdaki insanın o hatalı noktaların farkında varmasını bağlamaktı ki yanlışlar kalıcı olmasın.

Yine o yazıda, yazılarımdaki hataları tarafıma ileten kardeşlerimin duacısı olacağımı söylemiş ve kendilerine dua etmiştim.

Ramazanda kaleme aldığım bir yazıdaki hataların farkına varıp bir mail göndererek beni uyaran Dursun Ali Yılmaz kardeşime de huzurunuzda teşekkür ediyorum. Allah kendisinden razı olsun ki beni o hatalarımı düzeltme imkânına kavuşturdu.

İki noktada nata ihtiva eden “Oruç Keffareti” başlıklı 22 Ağustos tarihli yazıda şöyle demiştim:

“… Aynı şekilde bir fakire 60 gün süreyle sabahlı-akşamlı karnını doyurabileceği miktarı her gün ayrı ayrı vermek de, 60 günlük yiyecek miktarını bir kerede vermek de mümkündür…”

Bu doğru değil. Doğrusu, fakir doyurma işinin ya bir fakiri 60 gün süreyle veya 60 fakiri bir gün doyurmak şeklinde olmalıydı.

İkinci hatalı ifadem:

“… Araya Ramazan orucunun veya bayramın girmesi de bu hükmün istisnasıdır. Yani başlamış bir keffaret orucu bir miktar tutulduktan sonra araya Kurban bayramı veya Ramazan girse mecburen ara verileceği için keffaret orucuna baştan başlamak gerekmez….”

Doğrusu, evvelden başlanmış ve araya Ramazan veya bayram girdiği için kesintiye uğramış kefaret orucunun baştan tutulması gerektiğidir. Zira kefaret orucunu Ramazan veya bayram dolayısıyla ara vermek durumunda kalmadan başka zamanlarda tutmak mümkündür. Ramazanın veya bayramın araya girmiş olması kaçınılmaz bir durum (özür) değildir.

Bu vesileyle Düzce’den aziz kardeşim Ali hocaya da Sana Din’den Sorarlar’daki bir muğlaklığın giderilmesine vesile olduğu için huzurunuzda teşekkür edeyim. “Akaid/Kelam Meseleleri” bölümünde yer alan “Müslümanı Küfre Düşüren Şeyler, Büyük ve Küçük Günahlar” başlığı altında başlıklı sorunun cevabında yer alan -“çıplak”lıkla ilgili- ifadelerim gerçekten de yanlış anlaşılmaya müsait idi; düzelttim.

İslam Ve Modern Çağ’ın I. cildinde “Müteferrik Yazılar” bölümünde yar alan “İslamî Tahrifat” başlıklı 3. yazıda Allame el-Âlûsî’nin Rûhu’l-Ma’ânî isimli meşhur eserine, oğlu Nu’mân el-Âlûsî tarafından sokuşturmalar yapıldığı konusunu işlerken, Rûhu’l-Ma’ânî’nin bizzat müellifin kendi hattıyla yazıp Sultan Abdülhamîd Han’a hediye edilmiş nüshasıyla karşılaştırma yapıldığı takdirde yeterli fikir edinilebileceğini yazmıştım. (Bizi bu durumdan haberdar eden, İmam el-Kevserî (rh.a)’dir.)

Bu ifade de hatalıdır. Doğrusu, Allame el-Âlûsî’nin tefsirini hediye ettiği padişahın Sultan Abdülmecîd Han olduğudur. İmam el-Kevserî’den okuduğum bu bilgi hafızamda hatalı olarak kaldığı için mezkûr kitaba da hatalı olarak geçmiş. (Bu hatamın ortaya konulduğu sitenin adresi:http://www.delikanforum.net/konu/93171-e-sifil-ve-ruhul-maani-hakkindaki-bir-bilgi.html)

Bu hataların düzeltilmesine vesile olan herkesten Allah razı olsun. Allah için hakkı söylemekten geri durmayan aziz insanlar, bizim gibi hayatı yazı üzerine kurgulanmışlar için ilahî birer lütuftur. Onlar olmasa yazıp kalıcılaştırdığımız hataların doğrusunu kim gösterir ve bizim bu vebalden -kısmen de olsa- kurtulmamıza kim vesile olur?

Not: Bu yazıyı okuyanları eğer imkânları varsa özellikle internet üzerinden mümkün olduğunca fazla sayıda insana ulaştırmaları hususi ricam ve istirhamımdır. Bu konuda katkısını esirgemeyenlerden de Allah razı olsun.

Ebubekir Sifil – Milli Gazete
mail@ebubekirsifil.com

2011-09-03
 
Yorum yapın

Yazan: 07 Ekim 2011 in ARAŞTIRMA, MÜCAHİDLER

 

Şair İsmet Özel’in bir tesbiti

Türk milletinin vücuduna saplanan ilk dört ok sırasıyla şunlardı:

1- Teşekkül ve tekevvünü hakkında sarih malumattan şiddetle kaçınılan mevhum bir cumhura istinad ettiği iddia ve ilân edilen Cumhuriyetçilik.

2- Cumhuriyet idaresinin gölgesinde ülkeyi leş kargası usullerini aratmayan bir gasp ve yağma furyasına maruz bırakmış zümreyi beraat ettiren Halkçılık.

3- Türkiye’yi düze çıkaracak tek anlayışın İslâm olduğu gerçeğini örtmek ve İslâm’a doğru her girişimi yasaklayabilmek için Milliyetçilik.

4- Aralarında din, mezhep, meşrep farkı bulunan kullanışlı adamların hepsini aynı garnizonda toplamayı, sayılarını her geçen gün artırmayı ve Türkiye hayrına iş gören her birimi haklamanın vurucu gücü olarak yetiştirmeyi temin gayesiyle Laiklik.

 
Yorum yapın

Yazan: 07 Ekim 2011 in ARAŞTIRMA, ÖZLÜ SÖZLER

 

Hakikat’e dönmeden hakiki huzur elde edilemez

Materyalizmin hâkim olduğu bir dünyada, mutluluğun maddeyle elde edileceğine kananlara şaşmamak gerek. Çünkü insan algısına yön veren kanallar, mutluluğun yol haritasını tüketmek üzerinden çizmişler. Read the rest of this entry »

 
Yorum yapın

Yazan: 07 Ekim 2011 in ARAŞTIRMA

 

Ateist olmak mümkün değil. Neden mi? işte cevabı…

Ateist olmak neden mümkün değil?

Huberman’ın ‘Ateist Aforizmalar’ ve Botton’un yeni kitapları ‘Ateistler İçin Din’ yeni bir tartışmanın da kapısını açtı. Türkiye’de Ateizm üzerine kafa yoranların ise ilginç tespitleri var. Read the rest of this entry »

 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

piyasada dolaşan katkı maddelerinden en korkunç 20’si

Bizim ‘ortodoks/modern eğitim’ almış taifeye göre ‘referans kurum’, bağımsız ve objektif kitlelere göre ‘güvenilmez’, bize göre ise ‘beş para etmez’ şeytani bir kuruluş olan, Amerikan Gıda ve İlaç İdaresi FDA’nın, katkı maddelerine yönelik GRAS yani ‘güven’ sıralaması var.
Ne üzücüdür ki, FDA’nın GRAS sıralamasına giren bir katkı maddesinin onay almasına gerek yoktur ve hiçbir sınırlama olmaksızın piyasada ölçüsüzce kullanılır. Batı Pasifik Üniversitesi’nden Dr Mindell, ‘güvenli’ diye piyasada dolaşan 20 katkı maddesini inceleyip, “Earl’ün en korkunç 20’si” diyerek listeliyor. Read the rest of this entry »
 
Yorum yapın

Yazan: 23 Eylül 2011 in ARAŞTIRMA, GIDA

 

en tehlikeli katkı maddelerinden margarin

Bitkisel olanlara gelince, hemen hepimizin zihninde tabiat canlanıyor. Hep birden gözümüzün önüne, bitkilerin o güzelim tabii halleri geliyor.
Oysa durum hiç de öyle değil. Siz hiçbir ürünün etiketinde ‘margarin’ yazdığını gördünüz mü? Ben görmedim. Oysa margarin olduğu halde ‘bitkisel yağ’ yazdığını görürüz. Ne güzel değil mi? Bitkisel yağ…
Artık margarin konusunda bir tek kelime bile yazarak, zaman ve kelime israfına gerek yok.
Bugün gıda katkı maddeleri; üretim maliyetlerini azaltmak, bozulmayı geciktirerek raf ömrünü uzatmak, tadı artırmak ve değiştirmek, cezp edici kılmak, berraklaştırmak ve rengini güzelleştirmek, hacmini artırmak, karışımı sağlamak vs. vs. gibi amaçlarla ölçüsüzce kullanılır.
Raftan beslenen herkes, üstelik yeni doğmuş veya daha anne karnındaki bir bebek bile, her gün bu katkı maddelerinin envai türüne maruz kalır.
Prof Dr Earl Mindell’e göre, bunların “pek çoğu zararlı, hiçbiri tehlikesiz değil!
 
Yorum yapın

Yazan: 23 Eylül 2011 in ARAŞTIRMA, GIDA

 

ŞEKERLEMELERDEKİ gizli TEHLİKE

“Misafirlerimize “helal ve temiz” olan gıdaları ikram etmeliyiz” diyen Özer, şekerleme tarzı yiyeceklerdeki tehlikeye dikkat çekiyor:

“Bir çok hastalığın nedeni olmanın yanı sıra, sağlıksız hücrelerin beslenmesini sağlayan bu nedenle oldukça tehlikeli bir ürün olan şekerin zararlarını tekrarlamaya gerek yok. Lokum, şeker ve çikolataların hangi şartlarda üretildiğini ve içeriğine eklenen katkıların sağlık ve dini açısından taşıdığı sıkıntıları bilen birinin, bu ürünlere tenezzül etmesi zaten mümkün değil.  Bu yüzden, bu bayram her türlü şeker, lokum ve çikolatadan uzak durulmalı.”

Peki, ne yemeli?

Gıda Hareketi liderinin Kemal Özer‘in bu konuda tavsiyesi şu:

Şekerleme türü yiyeceklerin yerine başta hurma, ceviz, badem, fındık gibi kuruyemişler ve meyveikram etmeliyiz. Ancak ceviz, fındık ve badem içi almak hem pahalı hem de böceklenmesini engellemek için kimyasallar kullanıldığı gibi, ışınlama yapılarak radyasyon verilmekte. Bakliyat ve kuruyemişte gıda ışınlaması yapıldığını sakın göz ardı etmeyin. Badem, ceviz ve fındığı kabuklu alıp kendiniz kırın.”

Özer’in asıl dikkat çektiği yiyecek ise, maalesef sadece Ramazan aylarında soframızı süsleyen hurma. Protein değeri çok yüksek olan hurma hakkında Özeri’n açıklamaları ise şöyle:

“Bir ‘prof(!)’ çıkmış ‘günden 3 hurmadan fazla yemeyin şişmanlatır’ diyor. Bu tür ‘doktor efsanelerini’ umursamaya gerek yok. Bendeniz günde yaklaşık 15-20 hurma yiyorum. Hiç de şişmanlamıyorum. Bilakis hamd olsun hem formunda hem de sağlıklıyım. (Bu demek değildir ki aşırı hurma tüketin elbette bunu demiyoruz. İslam bize mutedil olmayı emreder)

Bazı kalitesiz hurmalar yıkanıp, su ve glikoz eklenip, ambalajlanarak, çok ucuza satılıyor. Lütfen bunları da almayın. Ayrıca artık her yerde “Kudüs Hurması” maskesiyle İsrail’in genetik hurmaları satılıyor. Bu hurma, Filistinlilere değil, İsrail’le ait ve Kudüs üzerinden şeytanî bir pazarlama söz konusu. Akleden Müslümanlar bu oyuna zaten gelmez.”

4http://www.timeturk.com/tr/2011/08/26/bayramda-seker-ve-cikolata-yemeyin-cunku.html

 
Yorum yapın

Yazan: 27 Ağustos 2011 in ARAŞTIRMA, BOYKOT, GELİŞİM

 

Karma eğitim çıkmaz sokak : Dünya gerçeklerine sırtımızı dönmeyelim

Anasol-M hükümetinin Milli Eğitim Bakanı Bostancıoğlu, karma eğitim genelgesi yayımlamıştı   Read the rest of this entry »

 
Yorum yapın

Yazan: 20 Ağustos 2011 in ARAŞTIRMA, BOYKOT, EĞİTİM

 

Karma eğitim çıkmaz sokak 2: Almanya ve ABD yaka silkti

Karma eğitim sisteminin hem erkek hem de kız çocuklarına dönük avantajları ile dezavantajları var. Sisteme ilişkin tartışmaları en yoğun olarak karma eğitim sistemini 2001 yılında rafa kaldıran Almanya’da ve ABD’de yaşandı. Read the rest of this entry »

 
1 Yorum

Yazan: 20 Ağustos 2011 in ARAŞTIRMA, BOYKOT, EĞİTİM

 

Etiketler: ,

Karma eğitim çıkmaz sokak 1

Batılı aydın ve eğitimcilerin “Yüzyılın en büyük pedagojik yanlışı” olarak nitelendirdiği karma eğitim, Türkiye’de de büyük bir tabu olarak karşımızda duruyor ve hiç tartışılmıyor. Bu tehlikeli konuyu masaya yatıran Akit, “Okullar eğitim yeri mi, flört yeri mi” sorusuna cevap arıyor: Read the rest of this entry »

 
Yorum yapın

Yazan: 20 Ağustos 2011 in ARAŞTIRMA, BOYKOT, EĞİTİM